2 Kasım 2016 Çarşamba

2000+X "Uzun Bir Arayışın Kısa Öyküsü"

2000+X

Yeni Bir Sayfa
     2000 yılına az bir zaman kalmıştı.
     Dünya, felaket senaryolarıyla yeni bir dönemi karşılamaya hazırlanıyordu.
     Yaşamını düzene sokmayı bir türlü becerememiş yalnız bir adam, beklenmedik bir rastlantıyla umutsuz bir arayışın peşine düştü.
     Farklı bakmaya, kendi dünyasının penceresinden geçmişi ve yaşadığı anı görmeye çalıştı.
     Tarihten süzülen olaylar, karışmış aklında dostlarından kalan birkaç resim, bir türlü toparlayamadığı düşünceleri kafasının içinde dönüp durdu.
     Basit bir sorunun yanıtının peşindeyken kendi bulanık geçmişiyle de yüzleşti.
     Roma âlemlerinden uzay çağına uzanan bir dönemin içinde kaybolurken küçücük de olsa bir ışık aradı.
     Şimdi zamana karşı bir yarıştaydı.
     Kendi geleceği için iki bin yıllık geçmişe açılması gerekiyordu.
     Ama çıkış noktasını nerede bulacaktı? Kime ulaşacaktı.
     O ışığı bulmanın güçlüğüyle iki bin yıla bir bilinmeyen, X ekledi. Eski arkadaşların silik gölgesiyle yeni karşılaştığı güzel gözlerin arasında ayakta kalmanın yollarını aradı.

Kitapta Yer Alan Kişilerden Birkaçı
Titus Caesar: Kudüs'te tapınak baskınını yapan Romalı general...

Tacitus: Roma tarihçisi, senato üyesi.

Augustus: İlk Roma imparatoru.

Bruno: İtalyan filozof, şair,astronom.

Charlemagne: Batı Avrupa'da birliği sağlayarak bir canlanma başlatan hükümdar.
 
Konstantin: Bu adı taşıyan Bizans hükümdarlarından biri, İstanbul’a adını vereni


Mehmed : Bu adı taşıyan Osmanlı padişahlarından biri, İstanbul fatihi.

Montesuma: Meksika Azteklerinin önderi.
Marko    Polo: İtalyan gezgin.

 Kopernik: Polonyalı astronom.


İbni Rüşd: Arap filozofu.

Erasmus: Hollandalı hümanist

....
....
....
 
Ben: Günümüzde yaşayan, doğruya ulaşma isteği olan herhangi biri.

Sen: Herkesin yaşamı boyunca aradığı, ancak pek azının bulabildiği özel kişi; tüm güzellikleri paylaşabileceği, yaptıklarına ve ulaşmak istediklerine anlam katacak tek insan.

O: Bugünler geride kaldığında ayakta olan, geçmişte yaşanan tüm güzellikleri gelecekte daha ileriye götürerek yaşatması beklenen tomurcuk; oğlum, kızım, tüm dünyam, yaşamın anlamı ve özü, geleceğin en güzel halkası.

KİTAPTAN:

“Çevreme bakındım. Hem kaybolduğumu, hem de tüm yönleri yeniden bulabileceğimi hissettim. Yalnız olduğumu biliyordum. Bana kim yardımcı olabilirdi, kim yol gösterebilirdi ki? Aramalıydım. Neyi, nasıl arayacağımı bilmeden. Yaşlı adamın birkaç sözünün ardından. Bulup bulamayacağımı, varacağım bir yer olup olmadığını bilmeden.
Galiba artık nereden başlayacağımı biliyordum.”

“İlk şaşkınlığımı İsa’nın İsa’dan önce altıncı yılda doğduğunu okuduğumda yaşadım. Aslında sıfır diye bir yıl da yokmuş. Roma rakamlarında sıfır olmadığı için yılları saymaya “Bir!” diyerek başlamışlar.”

“Başlangıç belirlemesinde birkaç yıllık bir yanlışlık olsa da, iki bin yıl Roma’da Augustus’un mutlak gücü ele geçirdiği bir dönemde başlıyordu. Baskılar o kadar artmıştı ki bütün kurtuluş umutlarının bağlanacağı, kölelerin ve yoksulların koruyucusu olacak bir mesih beklemekten başka çare kalmamıştı. İşte İsa bu zor koşullarda bütün insanların eşitlik ve kardeşliğini, sevgiyi savunup ayrıcalıklara karşı çıkarak bir yoksullar hareketi başlatmıştı.”

“Uygarlığın vardığı noktayı Roma gösteriyordu. İmparatorluğun geleceğini etkileyecek küçük ya da büyük bir adım, insanlık tarihinin geleceğinde de yaşamsal bir önem taşıyabilirdi. Gel gör ki bu Roma’da o kadar çok imparator, senatör, general, tarihçi, felsefeci vardı ki, nereye döneceğimi, hangisine bakacağımı şaşırıyordum.”

“İşte bu şaşkınlık içinde yapmamam gereken bir işi yaptım, başımı kitaptan kaldırarak karşıya bir göz attım. Aslında o da yapmaması gereken bir işi yapmış, oraya oturmuştu. Çevremle ilgilenmemem gerektiğini biliyordum, ama gözüm takılmıştı bir kere. Artık onun orada, karşımda olduğunu unutmam olanaksızdı.”

“Başımı yine kaldırdım ve görmemem gerekeni yine gördüm. Gözleri hiçbir zaman unutulmayacak kadar güzeldi. Işığa bakınca kalan izler gibi, gözlerimde dakikalarca parlıyorlardı. Orada niye olduğumu bile unutmaya başlamıştım. Bu böyle sürmeyecekti. Ya bir ara vermeliydim. Ya da ne yapıp edip okumalıydım.”

“Okumayı bıraktınız galiba” diye bir ses duydum birden. Çok yumuşak, adeta sevgi dolu, gizli bir destek veren, sanki “yaşama ve geleceğe inanmayı hiç bırakma” diyen bir ses. Az önce yaşadığım korkuyla orantılı bir sevinç yükseldi içimde.”

“Livius, kişisel açıdan yaklaşarak ve ahlaki açıdan bakarak, öyküsüyle belki de kadınların bu ağır sorumluluğunu yasalaştıranlardan biri oluyordu. Lucretia, “Hiçbir kadın yapacağı onursuzca davranışlar için Lucretia’yı kendisine örnek alamayacaktır” diyerek elbisesinin altına sakladığı bıçağı çıkarıp kalbine saplıyordu.”

“Caligula’nın döneminde ahlak bunalımı en üst düzeylerdeymiş. İmparator, kayınpederini ve yeğenlerini öldürtmüş, kız kardeşlerinin hepsiyle ilişkiye girmiş, daha sonra da onları çevresinde bulunan yakın dalkavuklarına sunmuş. Ama Roma İmparatorluğu, onun döneminde yine de çok sağlammış. İmparator ne yaparsa yapsın, henüz bütün yükleri taşıyabiliyormuş. Güçlü bir ordu sınırları koruyor, yönetim ve ekonomi aksamıyormuş. Üstelik Roma uygarlığı en yüksek noktasındaymış.”

“Cladius, dünyanın en eski mesleğini yapan bir kadınla evliymiş. İmparatoriçe, kılık değiştirerek bir geneleve gidiyor, çırılçıplak soyunup göğüslerini altın bir fileyle sarıyor, bedenini Romalıların sert dokunuşlarına bırakıyormuş. Cladius yine de karısına bağlıymış. Ama Cladius’un bağlılığına rağmen çevresindekilerin etkisiyle imparatoriçenin sonu gelmiş.”

“Burada bir uyarı, bir tehlike kokusu da seziliyordu. Öğrenilmesi gereken her neyse, hakkında her gün yüzlerce yeni felaket öyküsü yazılan iki bin yılına girmeden önce mutlaka öğrenmek gerekiyordu. Bir borç ancak böyle ödenebilecekti. Peki ödenmezse ne olacaktı? Yaşlı adam bundan söz etmemişti. Ama konuşurken bakışlarında derinleşen anlam, pek de iyi gelişmeler olmayacağını açıkça ortaya koyuyordu.”

“İşin belki de en ilginç yanı, hem Romalıların, hem Yahudilerin, hem de Hristiyanların, benim yaşadığım toprakların hep çok yakınlarında bulunmalarıydı.”

“Belki bir zamanlar bu bakışlarla karşılaşsam geleceğim çok değişebilirdi. Ama şimdi bu yumuşaklık, bu sıcaklık, bu sevecenlik, yalnızca hüzün veriyordu.”

“Ama ilgimi en çok Amalasuntha çekmişti. “Büyük” diye anılan Ostrogot kralı Theoderich’in kızı. Okuryazar olmanın önemini babasından daha iyi anlamış. Kitap okuyor, Latince öğreniyormuş. Bilim ve kültüre yakın olmak istiyormuş. Birkaç yıl içinde bu “barbar” kız, Vergilius'un şiirlerini Latince'den Yunanca'ya çevirmeye başlamış.”

“Wu Hou adında bir imparatoriçeyle karşılaştım. Wu Hou’nun, Çin tarihinin en önemli kadınlarından biri olduğu söyleniyordu. Tang hanedanını güçlendirmiş, imparatorluk içinde birlik sağlamış. On üç yaşında cariye olarak İmparator Tai Zong'un sarayına girmiş. Daha onun hükümdarlığı sırasında yönetimi kendi denetimi altına almış.”

“Atalarımdan birisi, bana da şaşılacak kadar benziyor, yatakta, yumuşak titrek bir ışıkla aydınlanmış odada, acı içinde, sürekli inliyor. Aydınlık yüzlü, yorgun bir adam geliyor. Elinde değişik sıvıların, tozların bulunduğu şişeler var. Yatağa yaklaşıyor, maddeleri belki de ne sonuç alacağını tam bilmeden kullanıyor. Ama inlemeler yavaş yavaş azalıyor. Hasta rahat bir uykuya dalıyor.”

"Çok uzaklara gidiyorsunuz. Çok çok gerilere... Zaten yaşamımızda da hep böyle yapmaz mıyız? Önce uzak geleceklere dikeriz gözlerimizi. Bakarız, bekleriz, bekleriz. Sonra da çocukluğumuza. Ne güzel günlerdi deyip dururuz. Bir türlü, elimizi uzattığımızda dokunabileceklerimize, gerçekten değiştirebileceklerimize yönelmeyiz."

“Birdenbire, 'Sizce kim bu iki bin yılın en önemli adamı?' diye sordum. Sözcükler ağzımdan dökülür dökülmez de kıpkırmızı oldum. Tuhaf davranışlarda kendimi aşma yolunda güvenli adımlarla ilerliyordum. Ama hemen hiç beklemeden bir ad söyledi. Şaşırdım. Bir an durakladım. 'Niçin?' diye sordum ardından. 'Çünkü beni sevdiğini söyledi...' Bu kez de kaynar sular döküldü başımdan aşağı. Doğrusu hiç ondan bekleyeceğim bir yanıt değildi bu. Düş kırıklığı ve mutsuzluk karışımı bir duyguyla sarsıldım.”

“Gerçekten nereliydim ben? Nereli olmalıydım? Yaşamım oradan oraya sürüklenmekle geçmişti. Fırtınalı bir denizde kaybolan küçük bir sandal gibiydim. Sakin bir liman bulup sığınamamıştım. Yaşamım kaçmakla mı geçmişti, kovalamakla mı, onu bile bilmiyordum.”

“Aslında tüm soruların yanıtı gerçekte kim olduğuma ya da kendimi nerede gördüğüme mi bağlıydı? Bir Afrikalı olsam, yaşamın ilk ışıklarının parladığı bir kıtada yaşamama rağmen bugün bulunduğum duruma mı üzülecektim? Dağılıp parçalanmış bir Amerika yerlisi olsam, gelişmiş uygarlığımızın barut kokusuyla uçup gitmesine mi yanacaktım? Asya'nın geçmişini içimde hissetsem, üstünlüğünün geride kalmaya başladığı an mı olacaktı dönüm noktam? Avrupa'nın zenginliğini paylaşıyor olsam, dünyadaki tüm gelişmelerin sahibi olarak tüm bunları sonsuza dek kontrol etmeyi doğal bir hak mı görecektim?”

“Tarihteki çarpıtılmış bilgiler de gerçeği verecek bulmacanın çözümünü kendi içlerinde taşıyorlardı mutlaka.”

“Yine başımı öne eğip sayfalar arasındaki arayışımı sürdürecektim. Birden artık önümde yeni bir kitap olmadığını, ayırdığım tüm kaynakları bitirdiğimi fark ettim.”

“Şaşırmıştım. Sınav için hazırlıklarını tamamladıktan sonra tüm kaynaklarını geride bırakıp soru kâğıdı ve kalemle baş başa kalıveren bir öğrenci gibiydim. Çalışmıştım. Kendime güveniyordum. Ama yaşamın kolay olmadığını, hep sürprizler getirebildiğini, her zaman bilinmeyenler ve zor bulunanlar kaldığını biliyordum.”

“Evin soğukluğunu hissetmemek için dışarılarda olabildiğince fazla zaman geçiren herhangi biriydim işte ben de. İstanbul’da yaşanan sayısız küçük serüvenden birkaçının oyuncusu  da ben olmuştum. Ölümü de ilk İstanbul’da yaşamıştım, deli gibi sevmeyi de, ayrılık acısıyla Kerem gibi yanmayı da, yaşamın anlamını bulup kendine gerçekten güvenme duygusunu da...”

“Gözler... Değişik zamanlarda farklı duyguları anlatan, bazen düşüncelerin rengine boyanan gözler... Gözler... Sayfaların arasından düşen fotoğraftaki gözler beni geçmişe götürüyordu. Önce çok öncelere, onu tanıdığım ilk dönemlere, bazen öfkeli, bazen kararlı, bazen inatçı bir ışıkla parlayan gözlerine... Sonra adeta yalvarırcasına, yardım isteyen, benden güç almaya çalışan gözlere... Sonra büyük bir düş kırıklığına uğrayıp nefretle bakan gözlere. Ve benim bir adım atıp ona yardım edemediğim, ne yapacağımı bilemediğim, korkup geri çekilerek yüzüne bile bakamadığım için yaşadığım kahreden bir çaresizliği yüzüme vuruyorlardı.”

“Birdenbire durdum. Hani herkesin yaşamında bazen olur ya, gözünün önünden anılar, acılar, sevinçler geçmeye başlar. Ben şimdi insanlığın iki bin yılda yaşadığı tüm acı ve sevinçleri sanki peşi peşine görüyordum. Yıkılan bir tapınakta acıyla kaçışanlar, köyleri fillerin altında ezilip yıkılanlar, düşünüp araştırdığı için karanlık çağlarda yakılanlar, topraklarından sürülüp açlığa ve soğuğa bırakılanlar, büyük umutlarla eşitlik için ölümü göze alıp yeni imparatorluklarda yalnızca düş kırıklığı bulanlar, bağımsızlık için verilen çabaların sonunda yalnızlık ve yoksulluk yaşayanlar, kasabalarında kadın, erkek, çocuk varlık savaşı verirken birden çelik gövdeli tanklarla ateşe boğulanlar, yıllarını kan, acı ve gözyaşı içinde geçirenler, gökten yağan ölümlerle yanan, parçalanan, eriyip yok olanlar, yaşamlarını zehir taşıyan gazlara teslim edip kaybolanlar, yanıbaşlarında büyütülen çılgınca bir öfkeyle dört bir yandan saldırıya uğrayıp tüm geçmişlerini, bazen yaşamlarını terk etmek zorunda kalan küçük, güzel, iyi insanlar...”

“Birdenbire gözlerimden yaşlar boşandı. Olağanüstü, dayanılmaz acılar yaşayıp bir o kadarına da tanık olduktan sonra, adeta can havliyle ayakta kalıp hepsine dayanmışken, birdenbire bunların hepsinin geride kaldığını düşünüp kendini bıraktığın anda yaşanana benzer bir duygu yoğunluğu... Nasıl ağlıyordum, nasıl ağlıyordum! Zavallı iyi insanların yüzlerce yıldır çektiği tüm acılar sanki oluk oluk gözlerimden akıyordu. Ve öylesine yalnız hissediyordum ki kendimi. Yaşlarımı paylaşacak bir çift güzel göz bile yoktu karşımda.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder